Cemil Gültek anlatıyor: Bir toplumun ahlaken ne seviyelere indiğini, bir yanda bir lokma ekmek için el açıp dilenen, öbür yanda kör nefsinin iğrenç arzusunun peşine takılabilecek kadar bayağılaşan insanların fotoğrafını çeken bir hatıra...
Benim hatıram Çingenelerle ilgili olacak. Ne yalan söyleyeyim, belki toplumda yaygınlaştırılmış bir ön yargı olarak ben de onlara daima hor gözle bakardım. Benim gözümde onlar, her yerde dışlanan, hor görülen insanlardı. Gerçekten de sokakların arasında hep hor gözle bakılarak dolaşırlar.
Fakat gerçekten o insanlar hep kötü müydü? Onların duyguları düşünceleri yok muydu? Onu anlamak lazım.
Hatırama geçmek istiyorum. Ben bir umumi tuvalete bakıyorum. İş yerimin bulunduğu yere çingeneler de gelirler. Belki fiyatı ucuz olduğu için geliyorlar bilmiyorum.
Bir akşam üzeriydi. Hava yeni yeni kararıyordu. Ilık bir bahar havasıydı. İşte yine bir çingene geliyordu tuvalete doğru. Bu bir kadındı evet... Dolayısıyla kadınlar tuvaletine gidecekti.
Yanında da bir ya da iki yaşında yani yeni yürümeye başlamış bir çocuk vardı. Bir elinde de, eskidiği için rengi bile belli olmayan bir baş örtüsü, ayakları kir içerisinde...
Çehresi kızgın, öfke dolu... Yanıma yaklaştı ve titrek bir sesle sordu:
- Ateşin var mı?
Umursamaz bir tavırla cevap verdim:
- Var.
Ateş verdim. Sigara yaktı ve bayanlar tuvaletine girdi. Buraya kadar her zaman olağan bir gelişmeydi. Asıl bundan sonrası önemli...
Bayan uzun müddet tuvaletten çıkmadı. Hava ise iyice kararmıştı. Bir insan yarım saat, kırkbeş dakika tuvalette kalır mıydı? Ama görevli de olsam, bayan bölümüne içerde bayan varken girmekten çekiniyordum. Yanlış anlaşılmaktan olsa gerek giremiyordum.
Ama artık bunun çekinecek hali kalmamıştı. Bu kadına içeride ne olmuştu böyle? “Acaba birşey mi oldu?” diyerek gittim ve kapıyı hafifçe tıklattım.
- İçeride kimse yok mu?
Benim sesime titrek bir sesle, hayatta olduğunu ima edercesine bir karşılık verdi. Bu arada kapı yarı açılmıştı. Gördüğüm hal karşısında yüreğim ağzıma geldi.
Bu kadın, kucağında çocuğuyla için için ağlıyordu. Öfkeyle birlikte çaresizlik belirten bir ağlama... Bir tuhaf oldum.
Yere oturmuş, bebeği kucağında, ellerini başı arasına almış ağlıyor... Benim yanına gelmemle, tutmak istediği hıçkırıklarını koyvermişti. Artık hıçkırarak ağlıyordu. Onun o halini gören yürek dayanmaz.
Evet, bir çingene gelin ağlıyordu. İçimden birşeyler koptu birden. Dayanamadım yardımcı olmak istedim. Derdini sordum:
- Niye ağlıyorsun? Hasta mısın?
Sessiz kaldı bir süre.
- Çekinme niye ağlıyorsan söyle, belki bir yardımım dokunur.
- Moralim bozuk, dedi.
Sormama gerek kalmadan da sebeplerini sıraladı:
- Çocuğumun karnını doyurmak için dilenirken, bir adam musallat oldu bana. İlle de kendisiyle otele gitmemi istiyordu. Korktum ve kaçtım. Bir türlü peşimi bırakmadı. Ama dilenmek para kazanmak zorundayım. Eve parasız gidersem evde de kavga edeceğiz. Bunun için ağlıyorum.
İşte çingene gelinin hali buydu. Ben de bir insandım. Şöyle bir düşündüm. Beni ve her şeyi yaratan bir Allah yaratmıştı onu da. O insan mı seçti kendisinin ne olacağını? Hemen Yunus Emre’nin şu mısraları geldi hatırıma:
“Yaratılanı sev, Yaratandan ötürü.”
Onu da Allah yaratmıştı ve horlamak olur muydu? Dedim ki:
- Korkma, sana kimse zarar veremez. Kaç para topladın?
Saydık birlikte. Topladığı para iki milyondu. Akşama kadar iki milyon toplayabilmişti. İki milyon da ben verdim ve gitti.
O akşam içimdeki duyguları kimseye anlatamadım. Ama düşündüm de, şu yalan dünya kimleri ne sıkıntılarla imtihan ediyor. İnsanlar bir lokma ekmek için ne büyük savaşlar veriyorlar. Öte yanda, insan olmasına rağmen insanlıktan nasibini almamış bazı kimseler de iğrenç emellerinin peşinde koşuyorlar...